Genç Akademisyenlerden Başbakan'a Yanıt


Ziyaretçi

/ #349 Bu metinle Başbakana yanıt olmamış

2012-02-21 17:28

Bu bildiri ne "dindar olmama özgürlüğünü savunan", ne de "zorunlu din derslerinin kaldırılması" savunan bir bildiri olmuş. "Genç Akademisyen" arkadaşlar nasıl bir "kollektif metin hazırlama" süreci geçirdiler ki sonuçta manipulatif bir propaganda metni üzerinde anlaşmışlar.

"Bizler; Müslüman, Hristiyan, Yahudi ya da Zerdüşti, Alevi veya Şafii, dindar ya da dinsiz, Ateist veya Agnostik" diye başlıyor bildiri.

Nedense Hanefiler zikredilmemiş. Şafilikle Hanefilik arasında nasıl bir fark olduğunu düşünüyorlarsa artık. İkisi de Ehl-i Sünnet vel Cemaat dairesindedir. Aralarındaki fark itikadi değil fıkhi konulardadır.

Hanefilerin devletin inançlarına burnunu sokmasından çok mu mutlu olduğunu sanıyorsunuz? İmam-hatip liselerinin kurucusu CHP'ye sorunuz, bunlar neden kurulmuştur?

"Toplumu inanç üzerinden bölmeye" karşı olduğunu iddia eden bu bildiri, bizzat Hanefileri dışlayarak bu ayrımcılığı kendisi yapmıştır.

Esasen, zorunlu din derslerinin kaldırılması Hükümet Programında varolan bir konudur. Ancak, bu konunun din eğitimini kimin vereceği konusundan bağımsız olarak çözülmesi mümkün müdür? Din eğitiminin sivil toplumun insiyatifine bırakılmasına, bunun önündeki "anayasal" engellerin kalkmasına nasıl bakıyorsunuz? Yoksa burada "kırmızı çizgilerinize" mi toslayacağız yine?

Türkiye'de bazı kesimler sık sık "Neden bizde Batıdaki gibi çok sayıda aydın din adamı yok?" diye yakınmayı severler. Peki, bunun nedenlerinin bizzat Cumhuriyet'in din politikaları olabileceğini sorgulamanın zamanı gelmedi mi? Dini, devletin denetimine sokarak siyasi istismar aleti olarak araçlaştıran, toplumsal dinamikler ve kültürel gelişmelerden soyutlayarak marjinalleştiren, "taşralaştıran" bizzat devletin din politikaları değil midir?

Bildiride verilen örneklerin hiçbirisi faturası dindar insanlara kesilebilecek olaylar değildir. Birazcık yakın tarih bilgisi, birazcık duyarlılık, bildirinin manipulatif karakterini görmezden gelmemize engel olabilir.

2007’de Malatya’da boğazları kesilerek öldürülen ‘misyonerlerden’ biri olan Necati Aydın, o yıl İzmir Kemalpaşa’da gözaltına alınıp tutuklanmış ve sorgusunu kendilerini JİTEM görevlileri olarak tanıtan jandarmalar yapmıştı.

2001, ‘misyonerliğin’ ilk kez MGK gündemine alındığı yıl. Bence bu, bir odağın kendisine ‘taban’ yaratmak için altyapı çalışmalarına başlamalarının işaretiydi. 2002’den itibaren ‘misyonerlik’, MGK’nın değişmez gündem maddelerinden biriydi. Aşağıda isimlerini sayacağım, tamamı Ergenekon sanığı veya bu soruşturma çerçevesinde ismi geçen kişilerin ‘misyonerlikle’ ilgili yoğun çalışmaya giriştiklerini görüyoruz.

İlk hareket, jandarmadan para ve istihbarat desteği alan Ergun Poyraz’dan geliyor. ‘Misyonerler Arasında Altı Ay’ diye bir kitap yazıyor Poyraz. Büyük nefret dalgasının ilk salvosu bu kitap. Aynı zamanlarda jandarma istihbaratı, bir jandarma çavuşu olan İlker Çınar’ı ‘misyonerlerin’ arasına sokuyor. Bu kişi ‘papaz’ oluyor. Daha sonra ikinci bir emirle tekrar ‘Müslümanlığa dönüyor’ ve Zekeriya Beyaz’la beraber kanal kanal gezerek ekranlardan nefret kusuyorlar misyonerlere. O günleri hatırlayın, müthiş bir misyoner avı başlamıştı. 2004-2005 yıllarında birdenbire ‘Kuvvacı dernekler’ pıtrak gibi bitiyorlar. Tamamının kurucuları Ergenekon sanıkları ve en önemli faliyetleri de ‘misyonerlerle’ savaşmak. Onların bu savaşına destek, Ergenekon’un ‘sağ’ ve ‘sol’ kanatlarından geliyor. Doğu Perinçek’in ‘Aydınlık’ı’ her sayısında ‘misyonerliği’ değişmez bir konu olarak işliyor. Başında Sinan Aygün’ün olduğu Ankara Ticaret Odası arka arkaya misyonerlikle ilgili raporlar yayımlıyor. Kemal Kerinçsiz mesaisinin önemli kısmını, misyonerleri izleyip onlara dava açtırmaya harcıyor. Bütün bu taifenin toplantılarını yaptıkları "Türk Ortodoks Patrikhanesi"nin basın sözcüsü Sevgi Erenol MGK’ye ‘misyonerlik’ brifingleri veriyor.

İsmini saydığım bütün bu kişilerin Hrant Dink’e karşı açılan 301 davası ve mahkeme süreciyle yakından ilgili olduklarını da biliyorsunuz. Hrant’ın, "Türk Ortodoks Patrikhanesi"nin değişmez müdavimlerinden biri olan Veli Küçük’ün, yargılandığı davayı ‘ziyaret etmesinin’ ardından yaşadığı tedirginliği de...

Ergenekon’un ‘lobi belgesiyle’ bu ‘Kuvvacı’ dernekleri beraber düşünün. Santoro, Dink ve Malatya cinayetlerindeki katil ‘profillerine’, Ergenekon’daki ‘lümpen gençlerin örgütlenmesi’ konsepti çerçevesinde bakın. "Türk Ortodoks Patrikhanesi"nin 1922’de kurulduğunu ve o günden bu yana bütün faaliyetinin Hristiyanlarla savaşmak olduğunu hatırlayın.
Santoro ile başlayan ‘Hristiyan cinayetleri’, hükümetin Batı’dan aldığı desteği kesip darbeye giden yolun önemli bir merhalesini hazırlamayı amaçlıyordu. Bu üç cinayeti biliyoruz ama Malatya katliamından sonra polis diğer birçok Hristiyan cinayetini engelledi.

Evet, bu işleri birileri yaptı ama neredeyse herkesi, kendi suçlarına ortak ederek... Tıpkı onyıllarır işledikleri tüm cinayet ve katliamlarda yaptıkları gibi... Bu cinayetleri, "dindarlık"la ilişkilendiren bir metnin nasıl da her kelimesine katılıyorsunuz?

Sahi Danıştay cinayetini listeye koymamışsınız? Ya deşifre olmasaydı bu saldırı, şu an kimin ensesinde boza pişiriliyordu acaba ve nasıl bir ülkede yaşıyorduk. Tansel Çölaşan’ın eline tutuşturulan kağıt, Cenazede kovalanan bakanlar, ordu göreve çığlıkları, Oyak Güvenlik tarafından silinen kamera kayıtları…

Bir de Çetin Emeç’in eşi Bilge Emeç’e kulak verelim: "Gerisinde kim var bu işlerin hâlâ çözülmedi. Çözülse de ne olacak ki artık onu da bilmiyorum gerçi. Sürekli dinle ilgili tehdit aldığımız için hep 'İran' dedik, 'Dinciler' dedik. Çünkü ben Atatürkçü, orduyu seven, vatanperver bir kadınım. O yüzden daha devletime hiç kızmadım ben. Başka gerçeklerle yüzleşmek istemedim. O yüzden hep İran demek işime geldi sanırım. İran'ın yaptığına inanmak istedim."

Yaa teokratik eğitim insanı böyle yapar. Kesin inançlılar yaratır. Artık gerçek çok uzakta bir yerdedir. Bildirinin dili ve yaptığı seçimler tam da bu konumu yansıtmaktadır. Bu konumdaki bir metnin ise kendilerine genç "akademisyenler" diyen bir grubun elinden çıkmış olması üzücü.

Aslında bu metni imzalayan ve aramızda bu metni desteklediklerini belirten arkadaşların bunu bu konulardaki bilgisizliklerinden yaptıklarını düşünmüyorum. Ama "endişeli" ruh halinin denize düşen yılana sarılır misali seçimlere yönelttiğinden korkuyorum. Yılana sarılmaya gerek yok. Endişenin bu seviyesine gerek yok. Herşeye (ve bu bildiri metnine) eleştirel mesafemizi korumamızı engelleyen bir durum yok. Yoksa, bir otoriterlikten bir başka otoriterliğe savrulur dururuz.